11 Nisan 2016 Pazartesi

Blog yazmanın zamanı gelmişti: "Kör Heves" Kör olduğuna mı, heves olduğuna mı üzüleyim bilemedim.

Büyümek çok hoş bir şey değildi. Büyüdükçe masumiyet mi yitiriliyordu yoksa masumiyet diye bir kavram yoktu da insan kendini küçükken daha mı kolay kandırıyordu, orasını hala tam çözemedim.

Benim çocukluğumda sevmek güzel bir şeydi, kimse sevmekten korkmazdı. Sevince insan kendini değerli, güvende, eğlenceli, yenilenmiş hissederdi. O nedenle de sevmek benim kafamda hep çok "over-rated" bir kavram olarak yerini aldı.

Çok sevdiğim kişiler oldu..Çoğu da iyi kalpli, kendilerince karşılığını vermeye çalışan insanlardı. Sonra bir gün "en çok" sevdim. Hayatımda tattığım en lezzetli zehirdi diyebilirim bu duygu için. Şu filmlerdeki bacaklarının titremesi, onu görünce aptallaşmak, her istediğini yapma arzusu, sürekli tedirginlik hallerinin hepsi gerçekmiş, gördüm. (Kesin bilgi yayalım) Nasıl bir insan olduğunun, niyetinin, yaptıklarının bir önemi yoktu. Çünkü eğer çok aşıksan koşulsuz kabul etmek gerekirdi.

Sonra ölüyorum zannettim. Hiçbir şeyin tadı yoktu, günler anlamsızdı, özlemden başka hissedebildiğim bir duygu yoktu. İnsanlar konuşuyordu, duymuyordum. Çalışmak, yemek yemek hatta nefes almak dahi bir işkence olmuştu.

Gel zaman git zaman sevgiden öleceğimi düşünürken, ölmediğimi fark ettim. Yaşıyordum hala. Sabahları uyanabiliyordum, rüyalarımda yoktu. Daha az onu anlatır olmuştum. Daha az hatırlar olmuştum. Resimlerin de pek bir önemi kalmamıştı, neredeyse sıradanlaşmıştı. Biri için kendini hiçe sayma noktasına geldikten sonra onun bu kadar önemsizleşmesi beni şaşırtıyordu, hala da şaşırtıyor.

Peki gene de yaşamak ister miydin? Hiç keşkem  yok şu hayatta diyen insanlardan olabilmek isterdim ama kusura bakmayın keşke yaşamasaydım :) Her kaybın ardından insan değişiyor, istese de istemese. Ve bu değişime uyum sağlamazsa kurtulamıyor. Bende neler mi değişti? Muhtemelen bir daha kimseye bu kadar aşık olmayacağım, ha bence bu gayet iyi bir şey. Kimse şikayet ettiğimi sanmasın. İnsan onsuz ölecek gibi sanırken ölmediğini görünce otomatikman sonraki kayıpları daha az umursamaya başlıyor. Biraz da güvenim kırıldı sanki. Masum ve naif insanların olduğuna dair inancım sarsıldı. Çünkü kendimin de sandığım kadar naif ve masum olmadığımı gördüm.

Sonuç olarak aşk sandığımız şey "idealizasyon, projeksiyon ve sublimasyon" gençler, o nedenle çok da şey yapmamak lazım. Ha sevmekten korkmayın ama, sevmek güzeldir. Eğer ben sevmesem de olur kafasındaysanız ya kendinizi analiz edin ya da bir terapistle konuşun. Ha bir de biri size gitme diyorsa, gitmeyin, bir bildiği vardır.

18 Mart 2016 Cuma

Ben babannemin "Yağmur çiçeğiydim"

Canım Babannem,
Babannemden öte çocukluğum. Yüzümün ifadesinden ne hissettiğimi anlayıp etrafımda pır dönen dünya tatlım. Hasta olup bayıldığımda sabaha kadar saçımı okşayıp başımda bekleyen, ertesi gün kendi hasta olup yatan bir tanem. Tırnaklarımı yiyorum diye her seferinde paparayı basan yaygaracım. Ne çok özledim seni bir bilsen. Ne kadar içim acıyor anlatamam. Sanki seni değil çocukluğumu kaybediyorum ben. Telefonum her cuma çalmıyor artık. Sesini, öksürüğünü, kahve içişini, sigara keyfini, huysuzluklarını, saçımı okşayışını, bozuk ağzını o kadar özledim ki. Şimdi sadece elimde senin yüzüğün ağlamaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Seni ne çok sevdiğimi biliyor musun? Hissediyor musun? Hani torununun çocuğunu görecektin, hani benim çocuğuma bakacaktın. Gitme ne olur. Sen gidersen kim bana "Yağmur çiçeğim" der, kim sabahlara kadar başımda bekler hasta olunca, kim saçımı okşar, kim kucağına yatırır, kim en ufak bir marazımda ağrıyan bacağıyla Ankara'ya gelir, kim bana "sen dünya güzelisin" der. Gitme ne olur. Gitme. Elimde sadece yüzüğünle bırakma beni. Boynu bükük bırakma Yağmur çiçeğini...

24 Şubat 2016 Çarşamba

İyiki doğmuş.

Bazı kişiler için sevmek çok zorlu bir meseledir. Sevdiklerini sandıkları kişiler genelde aşırı idealize edilmiş (yani bol miktarda şişirilmiş), aslında kendini sevmeyen ve bu nedenle de başkalarını sevmeyi beceremeyen kişilerdir. Bu kişilerin kendilerini sevmesini her şeyden çok isteyerek aslında hiç bir zaman sevilmemeyi göze almışlardır. Hayat onlar için bazen (!) zordur. Başarılıdırlar, arkadaşları vardır, kariyerleri güzeldir, bir çok kişi onlara imrenir hatta. Ama onlar bir türlü "tam" hissedemezler. En belirgin hisleri ise yalnızlıklarından orijin almıştır ve alacaktır. Bir süre sonra kalp kırıklıkları o kadar büyür ki, bu kişiler başkalarına bağlanıp acı çekmektense onları hayatlarına hiç almamayı tercih ederler. Yalnızlık zordur evet, ama en azından alışıldık bir durumdur. Garip bir huzur da verir.

Dedim ya bu kişiler için sevmek cidden zorlu bir meseledir. Kafa karışıklıkları ve kalp çarpıntıları arasında neyin gerçek sevgi neyin kendi değersizliklerinin yarattığı yanılgı olduğunu ayırt etmekte zorlanırlar. Bir zaman sonra sevmemek ve bağlanmamak daha kolay bir yol gibi gelir. Küsmüştürler. Aslında dağ dağa küsmüştür de dağın haberi yoktur.

Her şeye rağmen bu kişiler kimi insanların yanında, olabilecekleri (!) en samimi halleriyle var olmayı başarırlar. Bazen bu sevgi onları korkutur ve yine kaçmak isterler. Hatta bazen kaçarlar da. Ama diğerlerinin aksine bu "kimi insanlar" bir şekilde orada var olmak için çaba gösterip o kişiyi sevmeye ve onu olduğu gibi kabul etmeye devam ederler. Hem de hiç mecbur olmadıkları halde. Bakın bu çok samimidir işte.

Sevmek benim için zorlu bir meseledir. Buna rağmen bana sevgiyi öğreten ve yanımda olan kişilerin varlığı zorlukları daha katlanılır kılıyor. Hala sevmek istemiyorum yanlış anlaşılmasın :) Ama istemesem de sevgimin devam ettiği insanlar var. İyiki varlar. Onlar da olmasa ölürmüşüm.

İyiki doğmuşsun. Sen olmasan ölürdüm:) Literally. Öyle bir kadınım çünkü:)

6 Şubat 2016 Cumartesi

Keşke Kübler Ross arkadaşım olsaydı.

Kübler Ross’a göre kayıp sonrası yaşanan yas atlatılan ya da “atlatılması gereken” bir durum değil. Aksine kaybı yaşayan kişi, kayba ilişkin ipuçlarını almaya başladığı ilk andan başlayarak kendi hayatı sona erene kadar yaşadığı kaybın yasını çeşitli şekillerde ve farklı derecelerde tutmaya devam ediyor.  Kişi zaman içerisinde sadece kaybıyla yaşamayı öğreniyor ve kayıp yaşantısının üzerine yeni bir yaşantı kurgulamaya başlıyor. Dolayısıyla kayıp yaşayan bir kişi asla “eski ve aynı” insan olamıyor. Zaten sanırım olmasına da gerek yok.

Sanırım doğduğumuz andan itibaren küçük ya da büyük birçok kayıp yaşamaya başlıyoruz. Kimi zaman sevdiklerimiz ölüyor, kimi zaman arkadaşlıklarımız bitiyor, kimi zaman çok sevdiğimiz bir çift küpemiz kayboluyor, kimi zamansa aşık olduğumuz kişi gidiyor. Ve evet aynı insan olamıyoruz artık. Ben de aynı insan olamıyorum. Ama inatçı bir şekilde aynı insan olmayı diliyorum! (Çünkü inkar savunma mekanizması bunu gerektirir) Kaybetmeyi sevmiyorum. Gayet immatür bir şekilde kaybettiğim şeyleri hiç kaybetmemiş olmayı ya da kaybedeceksem hayatıma hiç girmemiş olmalarını diliyorum. Bazen özlüyorum kaybettiklerimi. Anlamsız bir geyik, bir kıyafet, bir şarkı kayıplarımı hatırlatıveriyor. Ve özlüyorum. Kaybetmemişim gibi hayal kuruyorum önce. Sonra kaybettiğimi tekrar kendime hatırlatmak daha acı oluyor.


Kayıplarla aram iyi değil, hiçbir zaman da iyi olmadı. “Kayıplarım olmasa nasıl biri olurdum” ya da “bu kayıplardan önce nasıl biriydim” soruları kafamda sıkça dönüyor. Tam içimdeki boşluklar doldu derken yeni bir kaybın dolduğunu zannettiğim boşluklara bir yenisini eklediği hissini sevmiyorum. Kaybetmek istemiyorum. Ya da belki de kayba alışmak istemiyorum. Ya da kaybettiklerim de birilerini kaybetsin ki aynı acıyı yaşasınlar istiyorum. Bu neyi değiştirecekse? Bilmiyorum. Bilen varsa açıklasın. Keşke Kübler Ross yaşasaydı da arkadaşım olsaydı. Belki o zaman anlardım. Ama o da başka bir kayıp işte.

24 Ocak 2016 Pazar

"Yaz bitmişti" İyi ki bitmişti. Ama iyi ki de yaşanmıştı.

En yakın dert ortağımın bloğunu okuyunca yine yazma motivasyonum arttı ve yeniden oturdum bilgisayarın karşısına. Gerçi bu en son yazım kadar etkili olur mu bilmem çünkü çocukluğumdan beri "üzgünlüğün" (üzüntülülük de diyebiliriz) kendimi daha iyi ifade etmeme olanak sağladığına inanırım.

Yazın ölmüştük, ölmüştüm. Sadece uyuyup uyanıyor, çoğu kez uyuyamıyor, sadece beklemek istiyordum. Neyi bekliyordum? Olmayacağını içten içe bildiğim bir mucizeyi. Nefes alamıyordum, kalbim acıyordu. Kalp acısının ne olduğunu birinci elden öğrenmiştim. En kötüsü sabahlardı. Tüm gün kendimi toparlamak için uğraşmışken, uyku ve gece bana en büyük kazığı atıyordu. Sabah sanki aynı travmayı 5 dakika önce yaşamışım gibi bir ruh haliyle uyanıyordum. Sonra tekrar beklemeye başlıyordum. Kendimi iyileştirmek için ne gücüm vardı ne de umudum. Durmak istiyordum.

Sonra bir gün sabah saat 11.00 olmuştu ve aklıma o saate kadar acımı düşünmediğim gelmişti. (bu noktada sabah 9.00'da uyandığımı belirtmek isterim, çünkü 2 saat aklıma acım gelmedi diye sevinecek haldeydim. Bakınız bu bir dramdır) O gün sabah ki sevincimi anlatamam. Dert ortağımı arayıp "Bugün 2 saat o meseleyi hiç düşünmedim, biliyor musun?" demiştim. Sonra hayata karışmaya başlamıştım minik minik. Çalışamıyordum ama en azından masamda 1-2 saat oturabiliyordum. Dinleyemiyordum onları ama arkadaşlarımla dışarı çıkabiliyordum. Uyumamak için direniyordum ama uyuyabiliyordum. Sonra başka başka şeylere dertlenebildiğimi gördüm, o anki sevincimi anlatamam. Eski kaygılarım geri gelmişti, bu bile mutlu ediyordu beni. Daha çok gülüyordum. Daha az ağlıyordum. Daha çok konuşuyordum. Daha az saklanıyordum. Yalnızlığım canımı daha az yakıyordu. Daha çok seviyordum her günü. Yarın için planlar yapmaya başlamıştım.

Sonra gene bir gün geldi, o eski acımı hatırladım. Artık o kadar canımı yakmıyordu. Hatta neredeyse hiç yakmıyordu. Saçma buluyordum o "acıyı" hatta. Üzülmüyordum, öfkeli dahi değildim. Sadece önemsizleşmişti benim için. Bu kadar anlam atfettiğim bir şeyin bu derece önemsizleşmesi beni hem şaşırtıyor hem de daha güçlü kılıyordu. Güçlenmiştim, daha önemlisi güçlendiğimi fark etmiştim. Olaylar beni daha az şaşırtıyordu, daha az üzüyordu, beni kolay kolay bir şeyin yıkamayacağını derinden biliyordum. Bu iyi bir şey mi yoksa lanet mi tabi o da ayrı bir bloğun konusu.

Sonra dün akşam dert ortağımla yine konuşuyorduk. Kahkahalarla yazın yaşadıklarımızla dalga geçiyorduk. Öyle böyle gülmüyorduk ama, içten gülüyorduk. Sebebini anlamamıştık ama artık anlamak da istemiyorduk. En güzel yanı da buydu.

Sonra dün gece rüyamda onu gördüm, uyandığımda içimde  minik bir acı vardı. 10 dakika sürdü diyelim. Sonra yatağımdan kalktım ve ne güzel bir gün diye düşündüm. Ne çok şey var yapılacak, ne güzel bir his yaşıyor olmak, ne güzel bugüne umutla bakmak. Yaz bitmişti, iyi ki de bitmişti. Ama iyi ki de yaşanmıştı. Yaşanmasaydı bu kadar umutlu olamazdık herhalde.

20 Ocak 2016 Çarşamba

Bu bir öfke çıkarma yazısıdır.

Evet, bu bir öfke çıkarma yazısıdır. Uzun bir süreden, kendini analizden ve yaşanmışlıklardan sonra bir iç dökmedir ve yayınlandıktan sonra muhtemelen tarafımdan hiç okunmayacaktır. Çünkü utanma ihtimalimin yüksek olduğu bilinmektedir.

Bugün sigaramı yakıp yolda yürürken kafamdaki sorunun artık "sebebi neydi ki?" değil, "ben neye ihtiyaç duyuyorum da böyle yapıyorum?"a dönüştüğünü fark ettim. Hakikaten neydi bu kadar ihtiyaç duyup almak için her yola baş vurduğum şey? Alamayınca karşıyı al aşağı etme arzum nedendi? "Sevilme arzumun sevme becerimi kısıtladığı" nokta nerede başlamıştı?

Evet, herkes gibi sevilmek istememle başladı her şey. O kadar önemliydi ki sevilmek benim için, aslında nasıl biri olduğumun, neler beklediğimin, gerçekten neye ihtiyaç duyduğumun bir önemi kalmamıştı. Öyle ki yapmam dediğim, "bana yakışmaz" dediğim şeyleri yaptıran bir arzuydu bu arzu. Başkaları beni sevsin diye uğraşırken kendimi sevmemeye başladığım bir noktaya gelmemdi beni böylesine üzen şey. Peki ne istemiştim gerçekten?

Evet sevilmeyi istemiştim ilk önce. Samimiyet aramıştım galiba en çok. Sevilmeyedebilirdim, bu bir riskti her zaman biliyordum ama en azından bazı şeylere anlam vermemin kolaylaştırılmasını beklemiştim. Karşımda beni çok düşünüyormuş gibi davranılmasından ziyade yapılanların sorumluluğunun alınmasını ve basitçe özür dilenmesini istemiştim. Yani her seferinde biraz "samimiyet", biraz "gerçeklik" beklemiştim. "Bunun sende bu etkiyi yaratacağını hesap edemedim" cümlesini değil de bu etkiyi yaratmadan önce hassasiyetimi anlamanızı beklemiştim. Kendimi korumayı akıl edemeden sizin beni de koruyarak davranmanızı istemiştim belki de. İçten bir özür ve samimiyet istemiştim yani. Alamadım, belki almak istediğim şekilde alamadığım için bazı çabaları da görmek istemedim. Sonrasında da içimde bastırdığım ne varsa hepsini olduğu gibi çıkararak karşıyı ezmek arzusuyla doldum. Ama ben her zaman o noktaya gelene kadar karşımdakilere değer vermiştim. "Vermeseydin?" derseniz, yine verirdim muhtemelen çünkü ben böyleyim.

Çok uzun süre kendimi suçladım, çok uzun süre utandım. Hala da utanıyorum aslında. Şimdi ne mi istiyorum? Yine ne istediğimi değil de ne istemediğimi biliyorum. Utanmak istemiyorum. Kendimden utanmak istemiyorum! Siz beni sevmeseniz de ben kendimi sevmek istiyorum. Utancımla, suçluluğumla, kusurlarımla ve o ham öfkemle kendimi sevmek istiyorum. Sizi kırdığım için kendi adıma ve sizin adınıza üzülmek istemiyorum. "Bu kişi ne yaptı da beni bu noktaya getirdi?" diye düşünmek istiyorum ilk olarak. Utanmak istemiyorum, utanmak istemiyorum, utanmak istemiyorum... Hata yapmak, yine de ben olabilmek istiyorum. Beni gerçekten yaraladığınızda sizi yok etmek istiyorum, canınız yansın istiyorum, pişman olun istiyorum, biri de sizin canınızı yaksın istiyorum, arkanızdan tonlarca küfür etmek istiyorum, hatta size bir iki tokat atarak kendi canımın acısını unutmak istiyorum, sizi unutmak ve hiçleştirmek istiyorum. Böyle bir tarafımda var ve bu tarafımı anlamak ve sahip çıkmak istiyorum. "Başka türlü davransaydım ne olurdu?" diye düşünmeden sizi terk etmek istiyorum. Çünkü başka türlü davranmayan ve sorumluluk almaktan kaçan sizlerin bunu hak etmediğinizi düşünüyorum.

Bu bir öfke çıkarma yazısıydı, ama bilirsiniz öfke çok katmanlı bir duygudur ve aslında kırgınlığa ve kayba işaret eder. Çok kırgınım size ve kendime. Ama yine de ben kendimi böyle kabul edip olduğum Yağmur'u sevmeyi deneyeceğim. Peki siz bahaneleri bırakıp ne zaman kendi karanlığınızı ve bunun insanlar üzerindeki etkilerini fark edip bu etkileri gördüğünüzde kendinizden bir anlığına da olsa tiksinmeyi öğreneceksiniz?

27 Şubat 2013 Çarşamba

"Keşke" ile başlayacak cümleleriniz olmayınca gitmek daha bir kolaydır.

Kayıplardan sonra beni en çok yaralayan şey kaybettiğim "şey"in bende yarattığı boşluktan ziyade kaybettiğim "şey" ile yaşayamadıklarım ya da yaşamak için yeterli çabayı sarf etmeyişimdir. Bu da bende tarifi zor bir suçluluk ve korku yaratır. Ama eğer o kaybı yaşamamak için söyleyecek hep bir şeylerim olmuş ve "Bak bırakmıyorum" demişsem yaşanan güzel şeylere dair özlem ve hüzünden başka olumsuz bir duygum olmuyor. Olmuyormuş. Şimdi biraz korkuyla biraz da beceriksizce ama kesinlikle hevesle yeni planlar yapıyorum. Hayatımı nasıl daha dolu dolu ve huzurlu hale getirebilirim sorusu en büyük derdim bu aralar. En büyük dert de böylesine güzel bir amaca hizmet edince insan akan bir damla göz yaşını silip arkasına pek de sık bakmadan yoluna devam edebiliyor. Edebiliyormuş. Daha çok okunacak kitap, izlenecek film, gidilecek şehir, sevilecek bebek, koklanacak çiçek, dinlenecek hikaye, kurulacak hayal ve atılacak kahkaha var. Varmış meğersem. Bu kaybın arkasından hayatın bana öğrettiği de "Keşke" ile başlayacak cümlelerim olmayınca gitmenin daha bir kolay olduğu gerçeğidir. Ve de kaybederek öğrenmek gibisi yoktur. Herkese sevgi ve selamlar. Yağmur.