Kübler Ross’a göre kayıp sonrası yaşanan yas atlatılan ya da
“atlatılması gereken” bir durum değil. Aksine kaybı yaşayan kişi, kayba ilişkin
ipuçlarını almaya başladığı ilk andan başlayarak kendi hayatı sona erene kadar
yaşadığı kaybın yasını çeşitli şekillerde ve farklı derecelerde tutmaya devam
ediyor. Kişi zaman içerisinde sadece
kaybıyla yaşamayı öğreniyor ve kayıp yaşantısının üzerine yeni bir yaşantı
kurgulamaya başlıyor. Dolayısıyla kayıp yaşayan bir kişi asla “eski ve aynı”
insan olamıyor. Zaten sanırım olmasına da gerek yok.
Sanırım doğduğumuz andan itibaren küçük ya da büyük birçok
kayıp yaşamaya başlıyoruz. Kimi zaman sevdiklerimiz ölüyor, kimi zaman
arkadaşlıklarımız bitiyor, kimi zaman çok sevdiğimiz bir çift küpemiz
kayboluyor, kimi zamansa aşık olduğumuz kişi gidiyor. Ve evet aynı insan
olamıyoruz artık. Ben de aynı insan olamıyorum. Ama inatçı bir şekilde aynı
insan olmayı diliyorum! (Çünkü inkar savunma mekanizması bunu gerektirir)
Kaybetmeyi sevmiyorum. Gayet immatür bir şekilde kaybettiğim şeyleri hiç
kaybetmemiş olmayı ya da kaybedeceksem hayatıma hiç girmemiş olmalarını
diliyorum. Bazen özlüyorum kaybettiklerimi. Anlamsız bir geyik, bir kıyafet,
bir şarkı kayıplarımı hatırlatıveriyor. Ve özlüyorum. Kaybetmemişim gibi hayal
kuruyorum önce. Sonra kaybettiğimi tekrar kendime hatırlatmak daha acı oluyor.
Kayıplarla aram iyi değil, hiçbir zaman da iyi olmadı. “Kayıplarım
olmasa nasıl biri olurdum” ya da “bu kayıplardan önce nasıl biriydim” soruları
kafamda sıkça dönüyor. Tam içimdeki boşluklar doldu derken yeni bir kaybın
dolduğunu zannettiğim boşluklara bir yenisini eklediği hissini sevmiyorum.
Kaybetmek istemiyorum. Ya da belki de kayba alışmak istemiyorum. Ya da
kaybettiklerim de birilerini kaybetsin ki aynı acıyı yaşasınlar istiyorum. Bu
neyi değiştirecekse? Bilmiyorum. Bilen varsa açıklasın. Keşke Kübler Ross yaşasaydı da arkadaşım olsaydı. Belki o zaman anlardım. Ama o da başka bir kayıp işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder