6 Şubat 2016 Cumartesi

Keşke Kübler Ross arkadaşım olsaydı.

Kübler Ross’a göre kayıp sonrası yaşanan yas atlatılan ya da “atlatılması gereken” bir durum değil. Aksine kaybı yaşayan kişi, kayba ilişkin ipuçlarını almaya başladığı ilk andan başlayarak kendi hayatı sona erene kadar yaşadığı kaybın yasını çeşitli şekillerde ve farklı derecelerde tutmaya devam ediyor.  Kişi zaman içerisinde sadece kaybıyla yaşamayı öğreniyor ve kayıp yaşantısının üzerine yeni bir yaşantı kurgulamaya başlıyor. Dolayısıyla kayıp yaşayan bir kişi asla “eski ve aynı” insan olamıyor. Zaten sanırım olmasına da gerek yok.

Sanırım doğduğumuz andan itibaren küçük ya da büyük birçok kayıp yaşamaya başlıyoruz. Kimi zaman sevdiklerimiz ölüyor, kimi zaman arkadaşlıklarımız bitiyor, kimi zaman çok sevdiğimiz bir çift küpemiz kayboluyor, kimi zamansa aşık olduğumuz kişi gidiyor. Ve evet aynı insan olamıyoruz artık. Ben de aynı insan olamıyorum. Ama inatçı bir şekilde aynı insan olmayı diliyorum! (Çünkü inkar savunma mekanizması bunu gerektirir) Kaybetmeyi sevmiyorum. Gayet immatür bir şekilde kaybettiğim şeyleri hiç kaybetmemiş olmayı ya da kaybedeceksem hayatıma hiç girmemiş olmalarını diliyorum. Bazen özlüyorum kaybettiklerimi. Anlamsız bir geyik, bir kıyafet, bir şarkı kayıplarımı hatırlatıveriyor. Ve özlüyorum. Kaybetmemişim gibi hayal kuruyorum önce. Sonra kaybettiğimi tekrar kendime hatırlatmak daha acı oluyor.


Kayıplarla aram iyi değil, hiçbir zaman da iyi olmadı. “Kayıplarım olmasa nasıl biri olurdum” ya da “bu kayıplardan önce nasıl biriydim” soruları kafamda sıkça dönüyor. Tam içimdeki boşluklar doldu derken yeni bir kaybın dolduğunu zannettiğim boşluklara bir yenisini eklediği hissini sevmiyorum. Kaybetmek istemiyorum. Ya da belki de kayba alışmak istemiyorum. Ya da kaybettiklerim de birilerini kaybetsin ki aynı acıyı yaşasınlar istiyorum. Bu neyi değiştirecekse? Bilmiyorum. Bilen varsa açıklasın. Keşke Kübler Ross yaşasaydı da arkadaşım olsaydı. Belki o zaman anlardım. Ama o da başka bir kayıp işte.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder